24 Eylül 2015 Perşembe
23 Eylül 2015 Çarşamba
7 Eylül 2015 Pazartesi
18 Ağustos 2015 Salı
BAZEN
Anlatmak istediklerin içinde bir ipe dizilir bazen. Sesin içine kaçar. Her ağzını açışında bir kelime dizilir boğazına boncuk gibi. Dizildikçe dizilir, hani burama kadar geldi artık cinsinden. Büyümeden yaşlanırsın sanki. Oysa ne çabuk bitti şu çocukluk dönemi, değil mi? Elma şekerinin tadına varmadan, saklambaçta saklanan, körebede kaçan taraf olmadan yarım kalanlar tamamlanmadan bitti. Nasıl ki hissettin ilk acıyı ve çıkardın pembe gözlükleri işte o zaman gördün düşüncelerde yorumsuz kalan hayatı. Öğrendin. Öğrendikçe kırıldın, kırıldıkça büyüdün, büyüdükçe yalnızlaştın, belki de. Ve farkına vardın: “Bilmediklerin cahil değil mutlu kılıyormuş seni.” Bazen anlatmak istersin ama bilirsin anlamayacaklar seni. Sonra senden önce anlatanlara bakarsın kitaplarda. Okuduğun cümlelerde kendini bulursun altını çizersin bol bol. Altını çizdiklerin senin yaralarındır oysa. Ne içindeki konuşan sesi susturabilirsin ne anlatabilirsin. Öyle olur işte bazen. Ve bazen tamamlayamazsın hikâyeni… Sezen söyler, bazen...
BAZEN DAHA FAZLADIR HER ŞEY...
19 Temmuz 2015 Pazar
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ BAYRAM
Bugün bayram erken kalkın çocuklar
Giyelim en güzel giysileri
Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi
Giyelim en güzel giysileri
Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi
Bugün bayram….
Hepimiz hatırlıyoruz değil mi bu şarkıyı?
Söylerken nasıl da neşeyle söylüyoruz. Ama nedense herkes sadece bu nakaratı
çok iyi bilir. Halbuki Barış Manço “Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var
ki…” diye başlıyor, şarkıya. Çünkü bu şarkıyı aslında vefat eden annesine
yazmış. Zaten dikkat edersiniz nakaratta da “üzmeyelim bugün annemizi” diyor.
Yani bizim neşeyle dilimize doladığımız şarkı aslında bir hüznün üzerine
yazılmış. Nereden aklınıza gelir ki… Çünkü bayram neşedir, sevinçtir. Ama biz
daha çok hüzün yüklemişiz, bayrama. Hah bana sorarsanız da hiçbir kelimenin
anlamı sözlükteki gibi de değil, zaten. Duygularıyla yaşayan bir milletken neden
kalıplaşmış anlamlara sıkıştırıyorsunuz ki kelimeleri? İşin gerçeği ben de
sevmiyorum bayramları. Bir anlamı yok ki artık. Herkes valizini topluyor tatile
gidiyor. Pencerede yol gözleyen gözü yaşlı insanlar bırakıyor bayram geride. Sonra
kimi olmayan annesini kimi olmayan babasını kimi eşini kimi çocuğunu
hatırlıyor. Nerede sevinç nerede neşe? Sevmiyorum bayramları işte…
26 Nisan 2015 Pazar
GÖKYÜZÜM'E MEKTUP
Çok zor günler geçirdik vaktiyle.
Tam 72 yaşına geldik. Ne zaman geldik bugünlere biz bey? Bu kadar mevsim ne zaman geçti üzerimizden
pamuk yüzlüm, gökyüzü gözlüm. O kapıdan keşke hiç çıkmasaydın. Dönmeyeceğini
bilseydim, gönderir miydim seni, ben? Ama vallaha çocuklar söz verdi bana bey.
İnandım ben de ne yapayım. Gözüm kapıda öyle bekledim. Geri getireceğiz anne
demişlerdi. Ama gelmedin. Çok canım yanıyor be gökyüzüm çok. Sen benim
arkadaşım, dostum, sevgilim, elim, kolum kanadımdın. Sen gittin ya kanadım
kırıldı benim. Ben sensiz nasıl yaşanır bilmem ki. Her gün haberini aldım
çocuklardan. Çok gelmek istedim yanına, gelemedim. Bacaklarım tutmuyor ki benim
de gökyüzüm. Yaşlandım işte ben de yaşlandım. Çok kovmak istedim de o yaşlılığı
kovamadım bey. Nasıl razı oldum o gözlerin aralı gitmesine keşke gelebilseydim.
Ama yürüyemedim ki. Kahretsin yürüyemedim. Korktum. Gelemedim. Ayağa
kalkamadım. Ama bana söz vermişlerdi bey. Vallaha yalanım yok. Hem bilirsin ben
hiç yalan söyleyemem ki. Yalanı sokmadık biz senle aramıza. Hep merak etmişsin
beni “O kadın ne yapar ne eder ne yer ne içer?” demişsin. Asıl ben şimdi ne yer
ne içerim. Seni nasıl orada bırakıp geldiler bey? Ben dedim onlara o üşür
dedim. Bırakmayın orada dedim. Kalbim acıyor kalbim. Şimdi ev kalabalık.Bir şeyler konuşuyorlar da ben anlamıyorum. Kulaklarımda da sorun
var galiba. Ah yaşlılık. Birazdan herkes gider. Gidenlerde adet olmuş her giden
“Kendine iyi bak” diyor. Kendine nasıl iyi bakılır, bilmem ki ben. Sürekli
ağlıyorum ama bazı acılarda yetmiyor ağlamak diyor ya şair. Yetmiyor gerçekten
bey, yetmiyor. Ah bey nasıl dayanacağım, ben. Benden razı mısın, hakkını helal
ediyor musun diye sorarsan,
Dünyaya
yeniden gelsem yine seninle evlenirdim nasıl helal etmem hakkımı? Ben senden
razıyım Allah da senden razı olsun bey. Hakkım sonuna kadar helal olsun sana…
3 Nisan 2015 Cuma
27 Mart 2015 Cuma
ANLAT DEMESİN
Sezen söylüyor o
içiyordu aslında içmesini de pek bilmezdi de şarabı pek severdi. Önce Sezen’den
dinledi “Yalnızlık Senfonisi”ni sonra Sertap’tan, Candan’dan, Model’den, Serenay’dan… Bir yandan içiyor bir yandan
şarkı bittikçe başa alıyordu…Hani bazen bir şarkıyı kusana kadar dinlemek
istersin. O söyler sen ağlarsın. O söyler sen içersin. Sen haykırırsın aslında
ama o söyler senin yerine. Bu şarkı da öyle bir şarkıydı bugün onun için işte. “Alışır
her insan alışır her insan zamanla kırılıp incinmeye…” Alıştım mı diye sordu
kendine. Alışsa bu kadar içer miydi? Bu
şarkı dönüp dururken gözyaşları yanağını yakar mıydı? Eli telefona gitti.
Telefon rehberinde o kadar çok kişi vardı ki. Gözlerine inanamadı Benim
bu kadar arkadaşım mı varmış, diye düşündü bir an öyle baktı kaldı telefona.
Eee bu kadar arkadaşım varsa neden bu saatte arayabileceğim beni dinleyebilecek
kimse yok? Birçok kişi onu arardı oysa. Ama onun arayacak tek bir arkadaşı bile
yoktu ne garip. Kim sorsa ona nasılsın diye iyiyim diyordu zaten. O da anlatmak
istemiyordu. Öyle biri olmalıydı ki bu
arkadaş onu aradığında ne oldu, anlat dememeliydi. Sadece birden kapısında belirivermeliydi onu
gözü yaşlı karşılayan arkadaşını gördüğünde koy bir Türk kahvesi de kız hem
türkü söyleyelim hem ağlayalım demeliydi. Sonra öylece omzunda saatlerce
ağlamalıydı. Akşam huzurla uyumalıydı. Sabah
kalktığında hiçbir şey olmamış gibi bir çocuk misali sesleri kısılana kadar çatlayana kadar gülmeliydiler. Ama anlat dememeliydi asla. Her anlat diyen. Önce
anlattırıyor. Sonra canını yakıyordu. Anlat demesin. Yanında olsun sadece. Sonra öyle plan
yapmadan onu aradığında haydi bu hava kaçmaz biraz nefes alalım dediğinde
itiraz etmesin. Nasılsın sorusunu sadece kibarlık olsun diye sormasın. İyiyim
iyi rolünü yapmasına izin vermesin. Ağlamaya başladığında sen güçlüsün bak hayatta
neler var demesin. O anda o yükün ona ağır geldiğini anlasın. Ama anlat demesin…
Anlat demesin…
21 Mart 2015 Cumartesi
PAMUK ŞEKERİ
Ah
be çocuğum ne çok severdin pamuk şekerini. Pamuk şeker makinesinin önünde
saatlerce sıra beklerdin.
“Heyyy bey amcaaa ben
pembe istiyoyummm sayıyı Ahmet’e veyyy”
“Bak yaaa sennn benim
aykamdaydınnn Ahmet! Pamuk Amcaaa yaaa o
benimdi ama yaaa o sayı istiyor ben pembeee!!!
Hah
şimdi ne garip ne çocuk çığlıklarının sırası var ne makine var ne de Pamuk Amca...
Bütün çocukluğum o kutunun içine sıkışmış gibi geldi bir an… Belki de şu
sıralar hayata karşı kendimi çok yabancı hissettiğimdendir. Anlam
veremediklerim arttı. Ha anlamak istiyor muyum o da tartışılır ya gerçi… Gün
bir anda bitiyor ama ben o gün yaşadım mı anlamıyorum. Sanki başka bir
alemdeyim. Bu alem iyice yabancılaştı bana. Ne zaman yabancılaştım bu kadar
hayata bilmiyorum. İçimi kanatan bir şeyler var ama adını koyamıyorum. Bir
kutup ayısı kadar çaresiz hissediyorum kendimi. Hah kutup ayısı da nereden çıktı
değil mi? Oldu mu buraya şimdi diyesiniz mi geldi di mi? Oldu oldu bal gibi de
oldu. Bilir misiniz kutup ayılarını avlamak için buzlaşmış karların içine jilet
gibi keskin baltayı yerleştirir, keskin tarafına kan sürerlermiş. Ayı gelip
kanı yalarken kendi dili de kesilirmiş. Ama kanın tadından dilin acısını fark
edemezmiş. Kendi kanını yalamaya başlarmış. Damarlarındaki kan tükenince olduğu
yere yığılır kalırmış. Avcıya da sadece gelip derisini yüzmek kalırmış. Kurşunla
vursa postu delinecek fazla para etmeyecek değil mi? İnsanlar da böyle çoğu
insanda gizli bir balta var. Seni yavaş yavaş kanattığını fark etmiyorsun. Daha
çok güveniyorsun daha çok sarılıyorsun. Gücünün tükendiğini aslında seni
tükettiğini bilmeden. Sen mutluyum sanıyorsun ama o senin enerjini günden güne bitiriyor
anlayamıyorsun ya da anlamak istemiyorsun. Hah sonra mı ne oluyor? Bir gün güçsüz düşüp yığıldığında istediğini
alıp gidiyor. İşte sonra da öyle bir masada bir kutunun içinden bağıran anılarını
izlerken buluyorsun kendini…
16 Şubat 2015 Pazartesi
İNSANIM, İNSANSIN,İNSAN; İNSANIZ İNSANSINIZ,İNSANLAR...
Hepimiz
kadın olarak korkular yaşıyoruz. Ve her kadın gibi benim de aklımdan geçiyor. Sabahları
otobüse bindiğimde o kalabalık içinde birisi “Ya arkamdan yaklaşır ve…” Dolmuşta
ya da otobüste yalnız kaldığımda ya da taksiye yalnız bindiğimde “Ya şimdi
şoför direksiyonu başka yöne kırar ve…” Yolda yalnız yürüdüğümde arkamda hızlı
adımlarla bana yaklaşan birinin varlığını hissettiğimde “ Ya şimdi nefesini boğazıma dayayıp benim
nefesimi keser ve….” Peki ya neden? Neden biz kadınları ötekileştirdiniz? Sürekli kadınları suçladınız. Sözlükte dahi kadın ve erkeğin tanımlaması çok farklı. Erkeğe “Sözüne güvenilir mert “, Kadına
“Hizmetçi bayan” diyor!!! Zaman geçtikçe erkek kavramına yeni anlamlar da katıyorsunuz.
Erkeği dağ yaparken kadını anlamsız kılıyorsunuz.Bu anlamları yazarken sadece insan demeniz yeterliydi oysa… Belki bazılarınız dünyaya
gelirken “Ben erkek olarak dünyaya gelmek istiyorum” demiştir de böyle bir üstünlük kazanmıştır ha(!) Ve yine korkuyorum #özgecan bunca serzenişten sonra 13 yaşındaki N.Ç gibi senin suçlularının suçuna da bir kılıf uydurulur ve...
15 Şubat 2015 Pazar
FARK ETMEDEN SUÇLU BİZ HANIMLAR MIYIZ YOKSA?
Yüzyıllardır kadınlarımızın şiddete maruz kalmasını eleştiriyoruz. E haklıyız da hani. Ama hiç düşündünüz mü? Neden erkeklerimiz bu kadar şiddete, tacize, tecavüze meyilli? Hiç kusura bakmayın hanımlar biz yetiştiriyoruz onları. Ana değil midir evlada en çok hakkı geçen? Siz hiç çıplak gezen küçük bir kız çocuğu gördünüz mü? Ama ben çıplak gezen birçok erkek çocuğu gördüm. Çocuğun aklına ta o andan yerleşiyor. "Ben böyle gezebiliyorum, demek ki bu ayıp değil. Kızlar gezemiyor. Demek ki ben onlardan üstünüm." Ayıbın cinsiyet ayrımı mı olur hanımlar? Peki banyo yaparken küçük erkek çocuğunu da yanına almanın anlamı nedir? Hala kadınlar hamamına götürülen erkek çocukları var. Çocuğa küçüklükten aşılıyorsunuz bayanlar böyle şeylerin ayıp olmadığını. Sonra bizim oğlan bacılarımızı, analarımızı neden taciz etti? Ha taciz etse hatta tecavüz etse de yine erkek suçlu değil ki. Sonuçta "Dişi köpek kuyruk sallamayınca erkek köpek peşine düşmez" di mi? Peki neden sadece kadın namusunu düşünmek zorunda? Erkeğin arı namusu yok mu? Hiç televizyonda şöyle bir konuşmaya denk geldniz mi? "Efendim erkek olarak nefsine sahip çıkmalıydı, helali olmayan bayanın namusuna dokunmamalıydı." Ben duymadım. Gelelim ev işlerine. Neden bir erkek çocuğuna sofra hazırlama kültürünü aşılamıyoruz. Ama yoook o kesinlikle kadın işi. Yemek yapmak, evi temizlemek, çamaşır yıkamak, ütü yapmak, çocuğa bakmak bir de bunların üstüne çalışıp eve para getirmek hepsi kadına bakar. Peki bu rolleri kim paylaştırdı? "Aman sen dokunma erkekler bu işlere karışmaz." Kaç kere tekrarladınız bu cümleyi desem? Mazallah erkekliğe laf getirmemek lazım. Sizce kızınızın bir sevgilisi olabilir mi? Aman kaşlar kalktı hemen hayırdır? Ama oğlunuzun sevgilisi olsa "Vay koçum benim" olur, di mi?
Arkadaşım boşanma davalarında uzlaşmaya bakıyor, bir hikaye anlattı kulaklarıma inanamadım. Bayanın eşi hem aldatıyor hem kumar oynuyor hem de dövüyor. Ama hatundaki aşka hasta oldum. "Ama ..... Ben onu böyle seviyorum." Yok artık dedim. Sonra haberlerde izledim. Bayanın birini evire çevire dövüyor eşi. Hem de sokak ortasında. Polis soruyor "Şikayetçi misin?" , "Kocam o benim. Ben onu seviyorum. Döver de sever de" diyor. Daha o kadar çok hikaye var ki böyle. Ama benim kalbim daha fazlasına dayanmıyor. Elbette sonuna kadar haklıyız bayanlar. Kadına şiddetin, tacizin, tecavüzün affı yok. Ama ne olur şu toplumun ön yargılarından, ve içimize yerleşmiş yanlış davranışlarımızdan silkelenelim. Ve öyle çocuklar yetiştirelim ki yaşanan olayları değerlendirirken ERKEKTİR YAPAR, KADINDIR SUSAR. Demesini engelleyelim. Karşısındakine "KADIN YA DA ERKEK" olarak değil de İNSAN olarak bakmasını sağlayabilelim. Evet bazılarımız kadınız şu hayatta bazılarımızsa erkek ama unutmayalım ki en başta hepimiz "İNSANIZ."
Arkadaşım boşanma davalarında uzlaşmaya bakıyor, bir hikaye anlattı kulaklarıma inanamadım. Bayanın eşi hem aldatıyor hem kumar oynuyor hem de dövüyor. Ama hatundaki aşka hasta oldum. "Ama ..... Ben onu böyle seviyorum." Yok artık dedim. Sonra haberlerde izledim. Bayanın birini evire çevire dövüyor eşi. Hem de sokak ortasında. Polis soruyor "Şikayetçi misin?" , "Kocam o benim. Ben onu seviyorum. Döver de sever de" diyor. Daha o kadar çok hikaye var ki böyle. Ama benim kalbim daha fazlasına dayanmıyor. Elbette sonuna kadar haklıyız bayanlar. Kadına şiddetin, tacizin, tecavüzün affı yok. Ama ne olur şu toplumun ön yargılarından, ve içimize yerleşmiş yanlış davranışlarımızdan silkelenelim. Ve öyle çocuklar yetiştirelim ki yaşanan olayları değerlendirirken ERKEKTİR YAPAR, KADINDIR SUSAR. Demesini engelleyelim. Karşısındakine "KADIN YA DA ERKEK" olarak değil de İNSAN olarak bakmasını sağlayabilelim. Evet bazılarımız kadınız şu hayatta bazılarımızsa erkek ama unutmayalım ki en başta hepimiz "İNSANIZ."
17 Ocak 2015 Cumartesi
10 Ocak 2015 Cumartesi
"ÇALMASIN SAZLAR..."
2001’den 2015’e kadar
kokusunu burnumda taşıdığım ve taşımaya da devam edeceğim kitaplardan biridir,
Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu. Romanın konusu şöyle, "2000 yılında Gelibolu’ yu ziyarete
gelen genç bir Yeni Zelandalı kadın (Viki), Çanakkale Savaşı gazisi bir Türk’ün
aslında kendi büyük dedesi olduğunu iddia edince ülke çapında bir skandal
patlar. İki gencin
büyük dedelerinin izlerini sürerken yaşadıkları aşk, romanın can alıcı gizemini
çözmekte beklenmedik açılımlar yaratır." (buketzuner.com)
2001’de bu kitabı kafamda bin bir türlü soruyla
okumuştum. Türk askeri kim, Anzak askeri kim? Bunlar kimin torunu? İnanın ki
romanı bitirene kadar kitabın sonunu tahmin edemedim. O kadar güzel kurgulanmış
bir kitap ki. Gelelim asıl konumuza, daha dün vizyona girmiş olan bir film var.
“Çalsın Sazlar”. Başrollerini Belçim Bilgin, Engin Hepileri ve Caner Cindoruk’un
paylaştığı yönetmenliğini ve senaristliğini Nesli Çölgeçen’in üstlendiği bir
film. Belçim Bilgin’in kadınlığını konuşturduğu bir film diyebilirim. Zaten filmdeki
oyuncuların başarısı da olmasa o filmi bu kadar ilgiyle izlemezdim. Film, 6-7
Eylül olaylarından yola çıkılarak yapılmış. Başlarda çok
heyecanlandım. Çünkü merak ettiriyor, kendini. Film Hacı Baba (Can Kolukısa)'nın psikolojik rahatsızlığı
olduğu ve geçmişteki yaşamında aslında bir meyhane sahibi olduğu yönünde iddialarla başlıyor. Murat (Serhat Özcan) ve Ayşe (Deniz Özerman) babalarının
bu durumunu kabullenemiyor. Çünkü onlara göre babaları tam anlamıyla bir “Hacı”.Psikolog ile görüşmeler sonucunda
yavaş yavaş aslında Hacı Baba’nın hasta olmadığı, aslında herkesten gizlediği başka bir yaşamının olduğu ortaya çıkıyor. Geçmişte meyhane
sahibi olan Barba (Engin Hepileri) ile yakın arkadaşı Mahir (Caner Cindoruk) aynı kadına (Yasemin-Belçim Bilgin) aşık oluyor. Ve olaylar
bu aşk üçgeninde gelişiyor. Film ilerledikçe bir kitabın kokusu sardı,
ruhumu. İşte o koku dedim. Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu. Filmin sonunu tahmin etmek hiç de zor olmadı.
Dahası filmde oturmayan şeyler var... Geçişler, kurgu... Dedim ya oyuncuların başarısı olmasa.. Belki bir oyuncu hariç Sarp Çölgeçen. Başka alanlarda çok başarılı bir insandır belki de pek tanımıyorum. Ama sanki o filmden değil. Aslında filmin
kilit noktası da o. Ama sanki başka bir filmden kesip yapıştırılmış gibi
duruyor. Süre faktörüne de dikkat edilmemiş gibi. Bazı bölümler
çok uzun tutulmuş ya da bana öyle geldi bilmiyorum. Ayrıca filmin sonunda
yaşlanmış bir şekilde karşımıza çıkan oyuncuların makyajları da ... Bu
filmi izledikten sonra 6-7 Eylül hakkında başka filmler var mı diye merak
ettim. “Bir Tutam Baharat” ve geçmişte izlediklerimden “Güz Sancısı”nı buldum.
Bir Tutam Baharat’ı daha bugün izledim.
2003 yapımı bir film. Ve gerçekten ilgiyle izledim. “Bir Tutam Baharat”ı
daha önce izlemiş olsaydım, “Çalsın Sazlar”da bu filmin de izlerinin olduğunu
anlayabilirdim. Aslında filmin 6-7 Eylül olaylarını da anlattığını anlamamın biraz geç olduğundan kaynaklı sanırım bu. Filmdeki aşk ögesi o kadar ön plana çıkarılmış ki. Asıl olay
arada bir yerlerde tozlu rafların arasına gizlenmiş. Oradan çekip çıkarıp
tozunu üflemek de size düşüyor. “Güz Sancısı” gibi net bir film değil, yani. Kusura
bakmayın Sayın Nesli Çölgeçen kafamdaki izleri silemedim. Filminizi izlediğimde
aklıma düştü, bu taneler… Hepsini birleştirdiğimde de bu yazı ortaya çıktı. İzlerken zevk aldım almasına da biraz özgün olsaydı keşke... Kusurumuz olduysa af ola...
8 Ocak 2015 Perşembe
ÇINAR AĞACI
Meryem heyecandan yerinde duramıyordu. Hemen Çınar Ağacı’na gitti. Ve ona içindeki sevincin nedenini anlattı. Bir anda güçlü bir esinti başladı.Sonra gök gürledi. Yağmur yağmaya başladı. Sanki Çınar Ağacı ona “Dur daha erken” demeye çalışıyordu. Ama Meryem yağmurun yağışını da güzel bir nedene bağladı. “Ey aşk bereketinle geliyorsun bana!”
Meryem daha 21’inde bıcır bıcır, samimi, içten, sempatik, güler yüzlü her daim pozitif bir kızdı. Konservatuvarda Türk Sanat Müziği Bölümü dördüncü sınıf öğrencisiydi.Yani erkeklerin dikkatini çekecek türden bir kızdı. Hem başarılı hem de neşeli. Erkekler fazla sıkıntıya gelemez ya ondan. Aslında Meryem’in çok fazla problemi vardı. Ama o kimsenin enerjisini almaya hakkım yok bu dünyada diye düşündüğünden kimseye sıkıntılarını anlatmazdı. Halbuki her gece kafasını koyduğu o yastık bir dile gelse kaç gözyaşı kusardı acaba? Ya o Çınar Ağacı? Evine yakın bir parkta kocaman bir Çınar Ağacı vardı. Meryem sadece o ağaçla dertleşirdi. Ağaç bu teselli edemez, ağlama demek istese diyemez, sarılmak istese sarılamaz. Ama Meryem ona çok güvenirdi. E haklı da Çınar Ağacı, Meryem’in anlattıklarını kimseye gidip anlatmaz. Meryem ona sarıldığında sırtından bıçaklamaz. Bıktım artık senin sıkıntılarından yeter, demez.
Bir gün arkadaşı Seçil ile üniversitenin bahçesinde otururken masaya Seçil’in arkadaşı geldi.
Seçil : “Merhaba Çınar, hoş geldin. Gel otur sana çay ısmarlayayım” dedi.
Meryem kalakaldı. Çınar mı? Benim Çınar Ağacı’mın canlısı bu ya. Çınar gelmiş hoş gelmiş. Diye geçirdi, içinden. Çınar masaya oturdu. Ve Meryem ile tanışmak için elini uzattı.
Çapkın Çınar: Merhaba, Çilek Reçeli,dedi ve gülümsedi. Meryem önce iç sesini susturmaya çalıştı sonra hemen toparlandı. Çınar’ın bu durumu fark etmesini istemedi. Ve sadece “Merhaba”diyebildi. Seçil ile Çınar konuşmaya başladı. Meryem o sırada aklından bir sürü şey geçirdi. Sürekli konuştu iç sesi: Fark etse ne olacak ya, off ne güzel gözleri var resmen gözlerinin içi gülüyor. Hoşlandım işte ondan. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Sonra arkadaşı Seçil ile konuşmalarını hatırladı: “Erkekler, onlara olan sevgini belli ettiğinde değişirler. Akıllı ol Meryem. Kime aşık olursan ol. Belli etme!” İç ses : “Ya niye belli etmemeliyim o da senin benim gibi insan. Offf sussana iç ses git git çabuk kolaysa dış ses olsana yemezler di mi, sus sus ne olur sus…”
Seçil: Meryem burada mısın?
Meryem : Hıh evet.
Seçil: Çınar işi vardı, gitti. Hadi biz de kalkalım.
Meryem : Peki.Meryem öylesine iç sesiyle boğuşmuştu ki Çınar’ın gittiğini bile fark etmedi. Hala iç sesi ona “Sana Çilek Reçeli dedi, sana Çilek Reçeli dedi lalalalala…” diyip duruyordu.
Çınar bir bankacıydı. Yeşil gözleri vardı. Ayrıca gözlerinin içi gülüyordu. Çok olgun bir yapıdaydı. Ama Meryem kadar hareketli değildi. Fakat eğlenmeyi severdi. Çınar da hoşlandı, Meryem’den. Ama o birine bağlanmak istemiyordu. Meryem o kadar bu dünyadan değil ki o kadar saftı ki ondan uzak durmalıyım diye düşündü. Fakat kendine engel olamadı.
Günler, haftalar, aylar geçti. Çınar artık daha sık okula geliyordu. Meryem sürekli bıcır bıcır bir şeyler anlatıyordu. Meryem o kadar çocuktu ki Çınar “Hayır ona bunu yapamam” dese de kendini alamıyordu. Böyle geçiyordu günler.
Bir gün Seçil ile Meryem yürürken,
Meryem : Seçil bugün bizde kalsana?
Seçil: Hayırdır?
Meryem : Sorma bir şey kal işte.
Seçil : Tamam, tamam.
Akşam oldu. Eve geldiler. Meryem ile Seçil, Meryem'in odasına geçti. Meryem, Seçil’e aşkını anlatıp duruyordu. Meryem’e göre aşkın kuralları yoktu. Seçil de bunun farkındaydı ama Meryem’i uyarmak istedi: Birinci kural ilk mesajı sen atma o atsın. İki Mesaj attığında hemen cevap verme. Üç aman ha ilk davet ondan gelsin. Dört sakın kendini kaptırma!
Meryem araya girdi, "Beşşşş yok devenin nalı. Ya niye peki?"
Seçil : Çünkü erkekler….
Meryem : Tamam sus dinlemek istemiyorum. Yok erkekler şöyle yok erkekler böyle. Sen Allah ile sözleşme mi imzaladın? Ne kadar zamanın kaldığını, ne zaman öleceğini biliyorsun sanırım. Benim senin kadar zamanım yok hanımefendi. Belki ona olan aşkımı söyleyemeyeceğim ama sonuna kadar yaşayacağım. O söyleyene kadar ya da söylemeyene kadar bilmiyorum sadece anı yaşayacağım. Benim için anlar değerli Seçil Hanım!
Seçil : Ah Meryem ah… Çocuksun sen. Ya görmüyor musun? Adam seni sallamıyor bile. Senin hangi derdini sıkıntını derinlemesine biliyor? En son ne zaman herhangi bir konuda sana yardım etti? Baksana o işinde gücünde. Görmüyor musun sadece müdür olmak için uğraşıyor. Seninle ilgilenmiyor bile. Arada bir gelip kendi gönlünü hoş ediyor o kadar. Yapma be Meryem. Neyse ben uyuyorum. İyi geceler.
Doğru diyebildi. Meryem ama içinden sonra yine sessizce gözyaşlarını döktü.
Aradan bir yıl geçti. Çınar ile hala arkadaşlardı. Fakat eskisi kadar… Hayır bu cümleyi kurmak istemiyordu. Onu uyaran hiç kimseyi haklı çıkarmak istemiyordu..
Meryem okulu bitirmişti ve üniversitesindeki hocasının asistanlığını yapıyordu. Bazen de hobi olarak bir kafede şarkı söylüyordu. Aynı zamanda kariyeriyle ilgili bir haber bekliyordu. Yurt dışında ulusal müziği destekleyen bir programa Türk sanatını temsil etmek adına başvurmuştu. Çınar gitgide uzaklaşmıştı Meryem’den. Zaten artık o bir banka müdürüydü!
Meryem uzun bir süre kendini suçladı. Çınar Ağacı’na gitti : “Çok mu çirkinim yoksa ya da çok mu konuşuyorum? Onu kıracak bir şey mi yaptım? Diye aynı soruları tekrarlayıp durdu.
Sonra umutsuz bir şekilde gözleri yaşlı evine gitti. Hayat onu gerçekten yormuştu. Aslında Çınar değildi sadece onu yoran. Aşk olsa güzel olurdu belki diye düşünüyordu ama bu kadar incineceğini hesaba katmamıştı. Enerjisinin bittiğini hissetti. Bilgisayarının başına oturdu. Bilgisayar ekranında kendi gölgesini gördü. Gülümsedi ama hiç de samimi değildi. İç sesi harekete geçti tekrar. "Aaa bugün günlerden ne? Açıklanmış olmalı!"
Meryem heyecanla internetten sonuca baktı.
Meryem : “Kazandım, kazandım!!! Ellerini yukarı kaldırdı ve haykırdı: "Şükürler olsun Rabb'im!"
Böyle sevinirken bir an duraksadı gözü bilgisayarının arkasına düşen bir kağıda takıldı. Eline aldı okumaya başladı. Ne çok severdi bu şiiri...
"...Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. “Acılara tutunarak”
yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğuyaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki….
Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.
Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.
Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu?
Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
verecek sana. Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de çabası….
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun
asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte.
Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler.
Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler
Gülümsedi. Bu sefer samimiydi de. Her şeyi yaptım mı diye düşündü. Hayır, dedi. Son bir şey kalmıştı. Hemen bir kağıt kalem aldı eline,
MERHABA ÇINAR AĞACIM,
Şimdi söyleyeceklerimi yazmakta bir an bile tereddüt etmedim, emin ol.
Hatırlar mısın? Beraber geçirdiğimiz günleri. O günlerde o kadar içten gülerdin ki bana işte o zaman dedim, Çınar’ın yüreğinde bir iz bıraktığımdan artık eminim diye. Belki ağzından hiç duyamayacağım o iki kelimeyi ama sevmek sadece sevdiğini söylemek değildir ki. Bazen küçücük bir gülümsemedir. Ben senin gözlerinin içinin güldüğünü gördüm, Çınar. Şu anda ben de sana söylemeyeceğim, o iki kelimeyi ama “Rabb’im sana öyle güzel öğretmiş ki gülmeyi. O gülen gözlerin hiçbir zaman hüzün yüzü nedir, gözyaşı nedir bilmesin.”
İclal ablamın da dediği gibi “Belki de yokluğunu hiç yaşamadığı için bilemiyor insan bir kavanoz reçelin pırlanta yüzükten daha kıymetli olabileceğini." "GİDİYORUM..." ÇİLEK REÇELİ
Meryem, iki gün sonra elinde valiziyle Çınar’ın çalıştığı bankaya gitti. Çantasından mektubu çıkardı, kapıdaki görevliye uzattı: “Bunu Çınar Bey’e verir misiniz?” dedi.
Görevli: Tabi, efendim.
Meryem kapının önünde biraz bekledi. Çınar’ın mektubu aldığını gördükten sonra kulağına kulaklığını taktı. Her zamanki gibi gülümsedi. Ve havaalanına gitti.
7 Ocak 2015 Çarşamba
6 Ocak 2015 Salı
BABA KURBAN OLURUM KALK NE OLUR KALK! / SOMA'YA...
13 yaşındaydım. Yedi kişilik bir ailenin en küçüğüydüm. Beş kardeştik. Dört kız bir erkek. Yani ailenin tek erkek çocuğuydum. Babam bir maden işçisiydi. Annem ise ev hanımı. Hem annem nasıl çalışsın beş çocuk kolay mı? Gerçi annem çok çalışmak istedi. Ama babam her seferinde "Ben sana kıyamam çocuklarımıza en güzel şekilde bakıyorsun bu yeterli" derdi. Adam gibi bir adamdı benim babam. Hani şu yalandan evliliklerden değildi annemle ile olan evliliği.
Evimiz iki odaydı. İçeriden baktığında az buçuk da olsa eve benziyordu yani. Dışarıdan bakanlar baraka da diyebilirdi. Bir odada beş kardeş birlikte yatıyorduk. İki yatak 1 döşek vardı. Ben en kçüğüm ya hani o yüzden hep ben yerde yatardım. Kısacası fakirdik. Elde yok avuçta yok. Top bile oynamazdım okulda ayakkabılarım zarar görmesin diye. Ben top oynamazdım ama soğuktan yağmurdan zarar gören ayakkbılarım her hafta babamın elinden en az bir defa geçerdi.
Fakirdik evet ama babam eve her geldiğinde eli kolu dolu gelirdi. Benim çocuklarım hiçbir şeyden mahrum kalmasın derdi. O geldiğinde ben hemen kapıya koşardım hemen ellerine bakardım yüzünden önce. Çocuk aklı işte. Şimdi diyorum ki yüzüne daha çok baksaymışım keşke. Şimdi daha mı az özlerdim acaba? Bir gün tam babamın geldiği saatte kapı çaldı. Ben yine babamın yüzüne değil ellerine baktım. Ama bu eller babamın ellerine hiç de benzemiyordu. Kömür karası değildi ki o eller. Ayrıca boştu, bomboştu. Kapıdaki adam cümlesini bitirmeden annem olduğu yere yığıldı. Bense hemen madene doğru koştum. Büyük bir maden faciası gerçekleşmişti. Olay yerine gittiğimde ortalık mahşer yeri gibiydi. Kimi feryat ediyor, kimi acıdan kıvranıyor. Kimi kendini yerden yere atıyordu. Sonra bir ses duydum. "Ölülerinizi alabilirsiniz. Birazdan isimleri okunacaktır!" Kelimeleri kafamda birleştirmeye adamın ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum ki bir isim duydum. "Çetin ......" , "Çetin mi? amaaan bir tane mi Çetin var sanki. Hala ümit var be İhsan." Dedim kendi kendime. Sonra anons eden kişi tekrarladı. "Çetin Sönmez" Hemen koştum. Babamın cansız bedeni karşımdaydı. Gözyaşlarım dökülürken iç sesim konuşmaya başladı "Nasıl yani ya şaka mı bu eli kolu bacağı her şeyi orada işte. Ama niye öylece yatıyor. Kesin çok yoruldu. Neyse o dinlensin. Bundan sonra ben çalışırım. Baba kalksana niye yatıyorsun ne olur kalk. Tamam söz veriyorum evin erkeği benim bundan sonra artık ben çalışacağım. Kalk baba ne olur kalk." Arkamı döndüğümde annemi gördüm. Sessizce gözyaşı döküyordu. Olduğum yere babamın yanına oturdum. Babam ile konuşmaya başladım. "Korkuyorum baba senin gittiğini nasıl kabul ederim? Bu yaşta babasız mı kalacağım ben? Hatırlıyor musun baba bana söz vermiştin. Takdir getirirsem bana bisiklet alacaktın. O zaman söylememiştim sana ama şimdi söylüyorum. Hani sen hep diyordun ya "Ulan kereta yine takdiri kaçırmışsın, yok sana bisiklet" diye. Biliyor musun baba sırf sen bisiklet alma diye bile bile düşük getirirdim notlarımı. Takdir alırdım da ben almasına bisiklet alamazdık ki biz baba. Paramız yoktu ki bizim. Daha evimizin akan çatısını bile yaptırmadık ki. Şimdi kalbim kanıyor. Çatı yaptırılır da yaptırılmasına kalbimin kırıkları nasıl iyileşir be baba? Artık geceler haram bana uyuyumayacağım biliyorum. Yatağa her yattığımda yüreğimin kırıkları batacak. Baba baba kurban olurum ne olur kalk! Baba ne olur hiç gündüzü olmayan bir geceye bırakma bizi. Baba baba kurban olduğum ne olur kalk!!!
TARİH : 13 MAYIS 2014
YER : MANİSA/ SOMA
OLAY : MADEN KAZASI
ÖLÜ SAYISI : 301
KAYIP SAYISI : 450
Böyle bir duyguyu ben yaşamadım. Bu duyguyu verdim mi veremedim mi bilemiyorum. Bu yüzden Soma'daki maden işçilerinin ve ailelerinin affına sığınıyorum.
HİÇ KUSURA BAKMA ÖĞRETMENİM SUÇLU SENSİN...!!! (Sözüm Meclisten dışarıdır.)
Ey öğretmenler size sesleniyorum. Bu gidişe dur diyecek olan sizlersininiz. Evlatlarınız hala ayakkabı-araba-kot markalarından, TV dizilerinden, Kızlar erkeklerden-erkekler kızlardan adice bahsediyorsa suçlu sizlersiniz. Öğretmenlik sadece alanınızla ilgli olan bilgileri öğretmek (!) değildir!
Çocuklarınız özgüven sorunu yaşıyorsa, korkaksa sizler suçlusunuz! Onlara söz hakkı vermediğiniz için onları aşağıladığınız için en önemlisi onlara güvenmediğiniz için suçlu sizlersiniz!
Öğretmenlik vicdan işidir arkadaş her yiğidin harcı değildir! Bencilsen, egon tavansa, gaddarsan bu mesleği yapmayacaksın!
Düşünün bakalım en son o evlatlara ne zaman kendini kanıtlama fırsatı verdin! " Geç oğlum/kızım bugün öğretmen sensin hadi bakalım ben de öğrenciyim sınıf senin." Dediniz mi mesela o yüksek egonuz izin verdi mi ben öğrenciyim demeye? Ya da onlardan en son ne zaman bir tiyatro canlandırmasını veya sinema filmi çekmesini istediniz? Hah şimdi diyeceksiniz ki " Hocam iyi diyorsun da bunları yapacak imkan nerede?" İstersen her şeyi yaparsın Sözde Öğretmen!!! İmkan yoksa olanlarla yetinirsin ama yine de yaparsın. Hem sen ne güne duruyorsun orada az biraz elini taşın altına koy bakalım. Sizin yüzünüzden bir çocuk yetişkin olduğunda bile kürsüye çıktığında konuşmaktan aciz kalıyor. Kem küm edip duruyor. Sizin yüzünüzden yanlış yapmaktan korkup hata yapmaktansa konuşmamayı tercih ediyorlar.
Bu mesleği niye seçtiniz deseler ne dersiniz?
" Immm şeyyy hiç bir şey olmazsan öğretmen olursun dediler, biz de olduk."
" E puanı aldık sonra buna ne eder dedik ola ola öğretmenlik oldu."
"Tercih hatası vallaha. Son tercihimdi gelmez dedim, ama geldi."
"Bir bayana uygun olan tek meslekti."
"E rahat meslek sömestr, yaz tatili; kar tatili, resmi bayram tatili..."
"Ailemin baskısıyla."
"İşte iktisat okudum ama benim zamanımda bizi öğretmen yapacaklarını söylediler, e memuriyet kaçar mı?"
Belki aralarından bir idealist çıkarsa, "Çok istiyordum, paylaşmayı-öğretmeyi-insanları çok seviyordum" der.
Hadi bir kaza kurbanı olarak öğretmen oldunuz. Peki kaza kurbanı olarak mı insan oldunuz?
Şimdi diyeceksiniz ki sen niye öğretmen oldun? Bu soruya şöyle cevap vermek istiyorum : Nazım Hikmet'in çok sevdiğim bir şiiri var bilir misiniz? Zülfü Livaneli de çok güzel seslendirmişti.
Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam durmuş düşünür.
Bulut mu olsam, gemi mi yoksa, balık mı olsam, yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
Ben de düşündüm,
Gazeteci mi olsam, Oyuncu mu olsam, diplomat mı olsam
Ne o, ne o, ne o
Öğretmen olunmalı oğlum, gazetecisiyle, oyuncusuyla, diplomatıyla
DENİZ olmayı tercih ettim. Şimdi bir düşünün bakalım siz niye hala öğretmensiniz?
ÇAĞIMIZIN GÖRMEZDEN GELİNEN HASTALIĞI
Marlyn Monroe! 1950 ve 1960’ların ünlü seks sembollerinden ve pop ikonlarından biri olarak bilinen Marlyn Monroe! Ölümünden sonra ne kadar çok şey yazılıp çizildi değil mi? Ama neler yaşadığını kimse tam olarak biliyor mu? Tabi ki “hayır” İnsanlar genellikle sadece yargılamayı biliyor ne yazık ki. Olayın içeriğini araştırmıyor.Halbuki yaşadığı sağlık sorunları onu işinden, eşinden hatta hayatından koparmıştı. Bir gece yarısı yüksek dozajda ilaç alımından ölü bulundu. İntihar olduğu iddia edildi. Sahip olduğu psikolojik rahatsızlık iddiaları güçlendirdi. Manik depresifti. İki uçlu duygu durum bozukluğu. Daha önce duydunuz mu, bilmiyorum. Belki de duydunuz ama hatırlamıyorsunuz Çünkü önemsemediniz. Niye önemsiyesiniz ki fiziksel bir acı değil ki, bu. Kanser değil mesela, ur falan da değil kaba bir tabirle o bir “DELİ!” Ve onun hastalığında olan insanlarda intihar oranı gerçekten çok yüksek. Beyninde onu yiyip bitiren bir şey var ama o da ne olduğunu bilmiyor…
Mehmet Ali Erbil, Nurseli İdiz, Münir Özkul… Bunlardan bazıları. Kimisine şöhret ağır geldi kimisine yaşadığı sıkıntılı durumlar. Kendi kendilerine bir şekilde bu rahatsızlıkları atlatmaya çalıştılar kumar, içki ya da seks bağımlılıklarıyla magazinlere konu oldular. Bağımlılıklarının altında yatan sebep farklıydı ama seslerini çıkarmadılar. Gizli gizli gittiler doktora, tedavi oldular. Yaftalanmak istemediler. Çünkü insanlara göre şu sıralar medyada tüm ünlülerin dikkat çektiği ciddi bir rahatsızlık olan ALS gibi değildi. Halbuki bana göre eş değerde olan rahatsızlıklardı. Belki de daha ciddi. Çünkü psikolojisi belirli nedenlerden bozulmuş bir insan kendisine ya da çevresindekilere farkındalığı olmadan rahatsızlık verebilir. Ama bir düşünün en son ne zamanpsikolojik rahatsızlıklara dikkat çekildi hiçbir zaman. Hatta ortaya çıkmaması için çaba gösterildi. Halbuki bana göre en ciddi rahatsızlıklardan. Karısını öldürdü, çocuğuna tecavüz etti, kardeşinin karısıyla kaçtı, aldattı, kesti doğradı, taradı… Haberlerden kaç kere dinlediniz bunları? Tüm bu insanların psikolojisi düzgün mü?
Robin Williams! Tarihin en iyi 100 stand-up komedyeni arasında 13. olan başarısına aşık olduğum adam. Onun da psikolojik rahatsızlığı nedeniyle intihar ettiği iddia edildi. Yani bütün gazeteler böyle yazdı haberlere böyle yansıdı. Ama önemli mi? Bu zamana kadar çevresindeki insanlardan sadece bir kişi bu rahatsızlığı fark etti mi acaba? Ya da fark ettikten sonra kaç kişi gerçekten yanında kaldı?
Arda Kural! Türkiye’nin Leonardo DiCaprio’su. Kendisine şizofren tanısı konulduğunu söylendi. O da televizyonda bazı açıklamalarda bulundu. Sonra mı ne oldu? Bulunduğu o parıltılı dünyadan bir anda karanlıklarda buldu kendini. Medyada Arda Kural hayranlarını üzdü diye bir ya da iki kez
yayınlandı. Belki duyan kişiler de ah vah çekti. Ama yine aynı insanlar çevresinde varsa böyle biri köşe bucak kaçmayı da ihmal etmedi. Peki hiç sordunuz mu sen bu kadar ne yaşadın? Böyle davranmana sebep olan nedir? DİYE!
Aslında psikolojik rahatsızlıkların da neden tam olarak belli olmasa da birçok psikolog nörolojik olduğuna dair açıklamalarda bulunuyor. Ve stres, üzüntü, sıkıntı her tür rahatsızlıkta olduğu gibi bu tür hastalıkları da tetikliyor.Ama nedense kanserim demek daha kolayken depresyondayım hatta daha ileri seviyede bir ruhsal hastalığın sahibiyim, kendi varoluşumu kanıtlayamıyorum. Beni içine çeken bir rahatsızlık var, elim kesilmedi dizim kanamıyor öksürmüyorum midem ağrımıyor ama ruhum acıyor arkadaşım ruhum diyemiyorsunuz. Herkes gizli saklı tedavi oluyor. Ünlüsü de ünsüzü de. Ve aslında birçok ünlünün psikolojik rahatsızlığı var.
TELVENİN İÇİNE HAPSEDİLMİŞ UMUTLAR
Her gün o fincanlar yeni bir umut için kapanıyor... Bazı günler birkaç kez... Olmayanları olduruverecekmiş gibi geliyor sanki o fallar... Umudun ışığı o fincanın altında. İşiniz fallara kaldıysa ohooo derdi belki de tüm anneler. Lakin onlar da fal baktırmayı ihmal etmezdi. Ne de olsa umut etmezse ölürdü insan… George Eliot diyor ki: “Kadınların umudu gün ışığında örülmüştür, bir gölge onları karartır.” Kimin kararttığı o kadar da önemli değildi aslında ama işte o kararan umutlar var ya onların hepsi fincanın içine telveyle hapsediliyor. Fincan açıldığında umutlara tekrar güneş doğuyor. Ah be dostum umut denen şey gitgide tükeniyor aslında birçoğumuz bu yüzden sarıyoruz nedensiz yere belki de bizi hiçbir yere taşımayacak şeylere. Bazen eğlencesine desek de hep bir beklenti içindeyiz aslında. Peki sadece kadınlar mı fal baktırıyor dersiniz? Erkekler fal baktırmaz, diyorlar değil mi? Külliyen yalan. Her insan umut eder. Umut etmenin cinsiyeti mi olur?
Nietzsche diyor ki : “Umut sadece eziyetin süresini artırır.” Haklı da üstadım bazen o büyük umutlar yerle bir etmiyor mu bizleri? Geçenlerde haberlerde dinledim. Kahve fallarına yasak geliyormuş, ama önemli mi elimizde burçlar var! Hımm “Senin burcun ne? Neee akrep mi ooo çoook şanslısın bu sene sizin yılınız olacakmış!!! Hadi yine yaşadın. Belki de en boktan yıl o yıl oluyor ama insan umut ediyor işte. Ne dersiniz sayın okuyucularım umut tükenince mi gerçeklik payı olmayan şeylere sarılıyoruz yoksa aslında o gerçeklik payı olmayan şeyler mi bizim umutlarımızı tüketiyor? O kadar fal dedim, sizi de heveslendirdim. “Yok ya ben inanmıyorum zaten amaaan fala inanma falsız da kalma demişler ya ondan.” Dediğinizi duyar gibiyim. Ama benim içimden geldi, vallahi fal bakmadan yollamam sizi. Herkes kahvesini içti mi? Hadi hadi çevirin fincanlarınızı ahali. Soğumuş bile. Durun hemen bakayım:
“Üç vakte kadar bilemedin beş sana kısmet geliyor. Hanene ay doğacak pek yakında ama birisi engelliyor mu ne bunu. Şöyle uzun boylu nemrut bir şey bu. Tüüü gözü çıksın emi. Aslında çok kısmetlisin de kıskananların çok anacım. Nazar da çok sen de. Şu hoşlandığın kişi var ya yemin billah seni seviyor da utangaçlığından açılamıyor sana, yoksa gözü hep sende. Başka biri mi var, diye soruyorsun? Aaa ne münasebet senden başkasını görmüyor gözü ne başka biri”
Sizce de klasik cümleler değil mi bunlar? Ha sen fal baktırmıyor musun, burçları okumuyor musun, derseniz…
“Ben de hala umut ediyorum…”
DİNİN EYALETİ YOKTUR
Ne zamandır düşünüyorum bu yazıyı yazsam mı yazmasam mı diye. Din hakkında fazla yorum yapmaya gelmez ama dayanamadım sonunda. Çünkü size öğretememişler bunu. Kaç kişi ne biliyor İslamiyet hakkında? Her gün birileri çıkıyor televizyona dinimizi anlatmaya çalışıyor. Gerçekten dine gönül vermişsen neden hala reklam yapıp nasıl daha çok para kazanılır ya da gündem yaratılır derdindesin bay yada bayan “X”. Dinde reform olmaz. Evire çevire değiştire anlatıyorsunuz bize.Hayır, o saçma sapan soruları soran insanları da anlamıyorum anlamayacağım da. Biraz okusanız her şeyi anlayacaksınız aslında. Çok çaba harcamanıza da gerek yok. İnterneti saçma sapan siteler için değil de bir şeyler öğrenmek için kullanabilirsiniz mesela. Öğrenmemekle kalmıyor, yalan yanlış dinliyor, anlatıyor,bağnazca inanıyorsunuz. Peki, hatırlayın bakalım. Kur’an-ı Kerim’de ilk emir nedir? İnsana gelen ilk ‘vahiy’, buyruk “İKRA”, OKU! “Rabb’in adıyla oku!”dur. Bu hitapta okuma,yazma ve ilme çağrı vardır. İlim tüm insanlara farzdır. İnsan deniliyor dikkat edin. Her yerde kadın ve erkek ayrımı yapıyorsunuz ya. Kızlarımızı okutmuyor, kadınlarımızı çalıştırmıyorsunuz ya. Kime göre neye göre okutmuyorsunuz ya da çalıştırmıyorsunuz onu da anlamış değilim, gerçi. Hz. Hatice anamızın da ticaretle uğraştığından haberiniz vardır, umarım. O günün şartlarında ticaret kervanlarına sahip olduğunu çalışkan ve güçlü bir kadın olduğunu da biliyorsunuz değil mi? Gerçekten okumuş olsaydınız bir şeyler ne bu kadar ayrım yapardınız ne de bu kadar laf kalabalığı içinde kaybolurdunuz. Kendi kendinize itici kılıyorsunuz dinimizi. Ve size bir sır vereyim mi? İslamiyet’i böldünüz çok şükür (!) Geçenlerde bir makalede okudum. Yabancı öğrencilerden birisi dinimizden bahsederken Türklerin dini çok farklı demiş. E der tabi,haklı. Adam Arabistan’a bakıyor, Bosna Hersek’e bakıyor, Senegal’e bakıyor daha birçok İslam ülkesine bakıyor. Sonra da aradaki 8 farkı bulunuz, oluyor tabi. Dinin eyaletleri yok, arkadaş. Tek bir din var bu da tam anlamıyla İslamiyet! Hem de sizin bildiğiniz gibi değil. Her gün yeni saptırılmış kurgulanmış fikirlerle çıkıyorsunuz karşımıza. O caiz değil bu caiz değil peki, dini kullanmak uygun mudur? Bir soru kaçınız Kur’an-ı Kerim’in Türkçesini okudu? Ve bir soru daha kaçınız Mevlana’yı, Hacı Bayram Veli’yi yada Hacı Bektaş Veli’yi okudu? Ben okumayı çoktan geçtim, anlamaya çalışıyorum. Ne olur yalvarıyorum dinimizi daha fazla kirletmeyin. Daha fazla magazinleştirmeyin! Ve Daha fazla başkalarına güvenmeyin. Her işinizi başkası yapınca nasıl da hoşunuza gidiyor değil mi? Ama bir gün yarı yolda kaldığınızda yanlış yollara saptığınızda onların umurunda olmayacaksınız. Benim de umurumda olmayacaksınız. Siz en iyisi işinizi şansa bırakmayın da okumayı deneyin. Öğrenmeyi deneyin. Biraz çaba göstermeyi deneyin, arkadaşlarım. Bir kusurumuz olduysa af ola, selametle…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)