10 Ocak 2015 Cumartesi

Hayatı Iskalama Lüksün Yok Senin-Nazım Hikmet Ran / Seslendiren: İzlem Dmrly


Hayırsız Evlat Salih-Mehmet Çetin/ Seslendiren: İzlem Dmrly


"ÇALMASIN SAZLAR..."

2001’den 2015’e kadar kokusunu burnumda taşıdığım ve taşımaya da devam edeceğim kitaplardan biridir, Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu. Romanın konusu şöyle, "2000 yılında Gelibolu’ yu ziyarete gelen genç bir Yeni Zelandalı kadın (Viki), Çanakkale Savaşı gazisi bir Türk’ün aslında kendi büyük dedesi olduğunu iddia edince ülke çapında bir skandal patlar. İki gencin büyük dedelerinin izlerini sürerken yaşadıkları aşk, romanın can alıcı gizemini çözmekte beklenmedik açılımlar yaratır." (buketzuner.com)

2001’de bu kitabı kafamda bin bir türlü soruyla okumuştum. Türk askeri kim, Anzak askeri kim? Bunlar kimin torunu? İnanın ki romanı bitirene kadar kitabın sonunu tahmin edemedim. O kadar güzel kurgulanmış bir kitap ki. Gelelim asıl konumuza, daha dün vizyona girmiş olan bir film var. “Çalsın Sazlar”. Başrollerini Belçim Bilgin, Engin Hepileri ve Caner Cindoruk’un paylaştığı yönetmenliğini ve senaristliğini Nesli Çölgeçen’in üstlendiği bir film. Belçim Bilgin’in kadınlığını konuşturduğu bir film diyebilirim. Zaten filmdeki oyuncuların başarısı da olmasa o filmi bu kadar ilgiyle izlemezdim. Film, 6-7 Eylül olaylarından yola çıkılarak yapılmış. Başlarda çok heyecanlandım. Çünkü merak ettiriyor, kendini. Film  Hacı Baba (Can Kolukısa)'nın psikolojik rahatsızlığı olduğu  ve geçmişteki yaşamında aslında bir meyhane sahibi olduğu yönünde iddialarla başlıyor. Murat (Serhat Özcan) ve Ayşe (Deniz Özerman) babalarının bu durumunu kabullenemiyor. Çünkü onlara göre babaları tam anlamıyla bir “Hacı”.Psikolog ile görüşmeler sonucunda yavaş yavaş aslında Hacı Baba’nın hasta olmadığı, aslında herkesten gizlediği başka bir yaşamının olduğu ortaya çıkıyor.  Geçmişte meyhane sahibi olan Barba (Engin Hepileri) ile yakın arkadaşı Mahir (Caner Cindoruk) aynı kadına (Yasemin-Belçim Bilgin) aşık oluyor. Ve olaylar bu aşk üçgeninde gelişiyor. Film ilerledikçe bir kitabın kokusu sardı, ruhumu. İşte o koku dedim. Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu. Filmin sonunu tahmin etmek hiç de zor olmadı. Dahası filmde oturmayan şeyler var... Geçişler, kurgu... Dedim ya oyuncuların başarısı olmasa.. Belki bir oyuncu hariç Sarp Çölgeçen. Başka alanlarda çok başarılı bir insandır belki de pek tanımıyorum. Ama sanki o filmden değil. Aslında filmin kilit noktası da o. Ama sanki başka bir filmden kesip yapıştırılmış gibi duruyor. Süre faktörüne de dikkat edilmemiş gibi. Bazı bölümler çok uzun tutulmuş ya da bana öyle geldi bilmiyorum. Ayrıca filmin sonunda yaşlanmış bir şekilde karşımıza çıkan oyuncuların makyajları da ... Bu filmi izledikten sonra 6-7 Eylül hakkında başka filmler var mı diye merak ettim. “Bir Tutam Baharat” ve geçmişte izlediklerimden “Güz Sancısı”nı buldum. Bir Tutam Baharat’ı daha bugün izledim.  2003 yapımı bir film. Ve gerçekten ilgiyle izledim. “Bir Tutam Baharat”ı daha önce izlemiş olsaydım, “Çalsın Sazlar”da bu filmin de izlerinin olduğunu anlayabilirdim. Aslında filmin 6-7 Eylül olaylarını da anlattığını anlamamın biraz geç olduğundan kaynaklı sanırım bu.  Filmdeki aşk ögesi o kadar ön plana çıkarılmış ki. Asıl olay arada bir yerlerde tozlu rafların arasına gizlenmiş. Oradan çekip çıkarıp tozunu üflemek de size düşüyor. “Güz Sancısı” gibi net bir film değil, yani. Kusura bakmayın Sayın Nesli Çölgeçen kafamdaki izleri silemedim. Filminizi izlediğimde aklıma düştü, bu taneler… Hepsini birleştirdiğimde de bu yazı ortaya çıktı. İzlerken zevk aldım almasına da  biraz özgün olsaydı keşke... Kusurumuz olduysa af ola...



8 Ocak 2015 Perşembe

ÇINAR AĞACI

Meryem heyecandan yerinde duramıyordu. Hemen Çınar Ağacı’na gitti. Ve ona içindeki sevincin nedenini anlattı. Bir anda güçlü bir esinti başladı.Sonra gök gürledi. Yağmur yağmaya başladı. Sanki Çınar Ağacı ona “Dur daha erken” demeye çalışıyordu. Ama Meryem yağmurun yağışını da güzel bir nedene bağladı. “Ey aşk bereketinle geliyorsun bana!”

Meryem daha 21’inde bıcır bıcır, samimi, içten, sempatik, güler yüzlü her daim pozitif bir kızdı. Konservatuvarda Türk Sanat Müziği Bölümü dördüncü sınıf öğrencisiydi.Yani erkeklerin dikkatini çekecek türden bir kızdı. Hem başarılı hem de neşeli. Erkekler fazla sıkıntıya gelemez ya ondan. Aslında Meryem’in çok fazla problemi vardı. Ama o kimsenin enerjisini almaya hakkım yok bu dünyada diye düşündüğünden kimseye sıkıntılarını anlatmazdı. Halbuki her gece kafasını koyduğu o yastık bir dile gelse kaç gözyaşı kusardı acaba? Ya o Çınar Ağacı? Evine yakın bir parkta kocaman bir Çınar Ağacı vardı. Meryem sadece o ağaçla dertleşirdi. Ağaç bu teselli edemez, ağlama demek istese diyemez, sarılmak istese sarılamaz. Ama Meryem ona çok güvenirdi. E haklı da Çınar Ağacı, Meryem’in anlattıklarını kimseye gidip anlatmaz. Meryem ona sarıldığında sırtından bıçaklamaz. Bıktım artık senin sıkıntılarından yeter, demez.

Bir gün arkadaşı Seçil ile üniversitenin bahçesinde otururken masaya Seçil’in arkadaşı geldi.
Seçil : “Merhaba Çınar, hoş geldin. Gel otur sana çay ısmarlayayım” dedi.
Meryem kalakaldı. Çınar mı? Benim Çınar Ağacı’mın canlısı bu ya. Çınar gelmiş hoş gelmiş. Diye geçirdi, içinden. Çınar masaya oturdu. Ve Meryem ile tanışmak için elini uzattı. 
Çapkın Çınar: Merhaba, Çilek Reçeli,dedi ve gülümsedi. Meryem önce iç sesini susturmaya çalıştı sonra hemen toparlandı. Çınar’ın bu durumu fark etmesini istemedi. Ve sadece “Merhaba”diyebildi. Seçil ile Çınar konuşmaya başladı. Meryem o sırada aklından bir sürü şey geçirdi. Sürekli konuştu iç sesi: Fark etse ne olacak ya, off ne güzel gözleri var resmen gözlerinin içi gülüyor. Hoşlandım işte ondan. Bundan daha doğal ne olabilir ki?  Sonra arkadaşı Seçil ile konuşmalarını hatırladı: “Erkekler, onlara olan sevgini belli ettiğinde değişirler. Akıllı ol Meryem. Kime aşık olursan ol. Belli etme!” İç ses : “Ya niye belli etmemeliyim o da senin benim gibi insan. Offf sussana iç ses git git çabuk kolaysa dış ses olsana yemezler di mi, sus sus ne olur sus…”
Seçil: Meryem burada mısın?
Meryem : Hıh evet.
Seçil: Çınar işi vardı, gitti. Hadi biz de kalkalım.
Meryem : Peki.Meryem öylesine iç sesiyle boğuşmuştu ki Çınar’ın gittiğini bile fark etmedi. Hala iç sesi ona “Sana Çilek Reçeli dedi, sana Çilek Reçeli dedi lalalalala…” diyip duruyordu.
Çınar bir bankacıydı. Yeşil gözleri vardı. Ayrıca gözlerinin içi gülüyordu. Çok olgun bir yapıdaydı. Ama Meryem kadar hareketli değildi. Fakat eğlenmeyi severdi. Çınar da hoşlandı, Meryem’den. Ama o birine bağlanmak istemiyordu. Meryem o kadar bu dünyadan değil ki o kadar saftı ki ondan uzak durmalıyım diye düşündü. Fakat kendine engel olamadı.
Günler, haftalar, aylar geçti. Çınar artık daha sık okula geliyordu. Meryem sürekli bıcır bıcır bir şeyler anlatıyordu. Meryem o kadar çocuktu ki Çınar “Hayır ona bunu yapamam” dese de kendini alamıyordu. Böyle geçiyordu günler.
Bir gün Seçil ile Meryem yürürken,
Meryem : Seçil bugün bizde kalsana?
Seçil: Hayırdır?
Meryem : Sorma bir şey kal işte.
Seçil : Tamam, tamam.
Akşam oldu. Eve geldiler. Meryem ile Seçil, Meryem'in odasına geçti. Meryem, Seçil’e aşkını anlatıp duruyordu. Meryem’e göre aşkın kuralları yoktu. Seçil de bunun farkındaydı ama Meryem’i uyarmak istedi: Birinci kural ilk mesajı sen atma o atsın. İki  Mesaj attığında hemen cevap verme.  Üç aman ha ilk davet ondan gelsin. Dört sakın kendini kaptırma! 
Meryem araya girdi, "Beşşşş yok devenin nalı. Ya niye peki?"
Seçil : Çünkü erkekler….
Meryem : Tamam sus dinlemek istemiyorum. Yok erkekler şöyle yok erkekler böyle. Sen Allah ile sözleşme mi imzaladın? Ne kadar zamanın kaldığını, ne zaman öleceğini biliyorsun sanırım. Benim senin kadar zamanım yok hanımefendi. Belki ona olan aşkımı söyleyemeyeceğim ama sonuna kadar yaşayacağım. O söyleyene kadar ya da söylemeyene kadar bilmiyorum sadece anı yaşayacağım. Benim için anlar değerli Seçil Hanım!
Seçil : Ah Meryem ah… Çocuksun sen. Ya görmüyor musun? Adam seni sallamıyor bile. Senin hangi derdini sıkıntını derinlemesine biliyor?  En son ne zaman herhangi bir konuda sana yardım etti?  Baksana o işinde gücünde. Görmüyor musun sadece müdür olmak için uğraşıyor. Seninle ilgilenmiyor bile. Arada bir gelip kendi gönlünü hoş ediyor o kadar. Yapma be Meryem. Neyse ben uyuyorum. İyi geceler.
Doğru diyebildi. Meryem ama içinden sonra yine sessizce gözyaşlarını döktü.
Aradan bir yıl geçti. Çınar ile hala arkadaşlardı. Fakat eskisi kadar… Hayır bu cümleyi kurmak istemiyordu. Onu uyaran hiç kimseyi haklı çıkarmak istemiyordu..
Meryem okulu bitirmişti ve üniversitesindeki hocasının asistanlığını yapıyordu. Bazen de hobi olarak bir kafede şarkı söylüyordu. Aynı zamanda kariyeriyle ilgili bir haber bekliyordu. Yurt dışında ulusal müziği destekleyen bir programa Türk sanatını temsil etmek adına başvurmuştu. Çınar gitgide uzaklaşmıştı Meryem’den. Zaten artık o bir banka müdürüydü!
Meryem uzun bir süre kendini suçladı. Çınar Ağacı’na gitti  : “Çok mu çirkinim yoksa ya da çok mu konuşuyorum? Onu kıracak bir şey mi yaptım? Diye aynı soruları tekrarlayıp durdu.
Sonra umutsuz bir şekilde gözleri yaşlı evine gitti. Hayat onu gerçekten yormuştu. Aslında Çınar değildi sadece onu yoran. Aşk olsa güzel olurdu belki diye düşünüyordu ama bu kadar incineceğini hesaba katmamıştı. Enerjisinin bittiğini hissetti. Bilgisayarının başına oturdu. Bilgisayar ekranında kendi gölgesini gördü. Gülümsedi ama hiç de samimi değildi. İç sesi harekete geçti tekrar. "Aaa bugün günlerden ne? Açıklanmış olmalı!" 
Meryem heyecanla internetten sonuca baktı.
Meryem : “Kazandım, kazandım!!! Ellerini yukarı kaldırdı ve haykırdı: "Şükürler olsun Rabb'im!"
Böyle sevinirken bir an duraksadı gözü bilgisayarının arkasına düşen bir kağıda takıldı. Eline aldı okumaya başladı. Ne çok severdi bu şiiri...



"...Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. “Acılara tutunarak”
yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu
hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki…. 
Epeydir  eline almadığın kitaplar seni bekliyor.
Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? 
Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
verecek sana.  Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de çabası….

Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun
asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. 
Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler.
Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler
değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini…" #NAZIMHİKMETRAN

Gülümsedi. Bu sefer samimiydi de. Her şeyi yaptım mı diye düşündü. Hayır, dedi. Son bir şey kalmıştı. Hemen bir kağıt kalem aldı eline,

MERHABA ÇINAR AĞACIM,
Şimdi söyleyeceklerimi yazmakta bir an bile tereddüt etmedim, emin ol.
Hatırlar mısın? Beraber geçirdiğimiz günleri. O günlerde o kadar içten gülerdin ki bana işte o zaman dedim, Çınar’ın yüreğinde bir iz bıraktığımdan artık eminim diye. Belki ağzından hiç duyamayacağım o iki kelimeyi ama sevmek sadece sevdiğini söylemek değildir ki. Bazen küçücük bir gülümsemedir. Ben senin gözlerinin içinin güldüğünü gördüm, Çınar. Şu anda ben de sana söylemeyeceğim, o iki kelimeyi ama  “Rabb’im sana öyle güzel öğretmiş ki gülmeyi. O gülen gözlerin hiçbir zaman hüzün yüzü nedir, gözyaşı nedir bilmesin.”

  İclal ablamın da dediği gibi “Belki de yokluğunu hiç yaşamadığı için bilemiyor insan bir kavanoz reçelin pırlanta yüzükten daha kıymetli olabileceğini." "GİDİYORUM..."                                                                                                                                                          ÇİLEK REÇELİ
                                                                                                                   
  Meryem, iki gün sonra elinde valiziyle Çınar’ın çalıştığı bankaya gitti. Çantasından mektubu çıkardı, kapıdaki görevliye uzattı: “Bunu Çınar Bey’e verir misiniz?” dedi.
Görevli: Tabi, efendim.
Meryem kapının önünde biraz bekledi. Çınar’ın mektubu aldığını gördükten sonra kulağına kulaklığını taktı. Her zamanki gibi gülümsedi. Ve havaalanına gitti.

6 Ocak 2015 Salı

BABA KURBAN OLURUM KALK NE OLUR KALK! / SOMA'YA...

13 yaşındaydım. Yedi kişilik bir ailenin en küçüğüydüm. Beş kardeştik. Dört kız bir erkek. Yani ailenin tek erkek çocuğuydum. Babam bir maden işçisiydi. Annem ise ev hanımı. Hem annem nasıl çalışsın beş çocuk kolay mı? Gerçi annem çok çalışmak istedi. Ama babam her seferinde "Ben sana kıyamam çocuklarımıza en güzel şekilde bakıyorsun bu yeterli" derdi. Adam gibi bir adamdı benim babam. Hani şu yalandan evliliklerden değildi annemle ile olan evliliği.
Evimiz iki odaydı. İçeriden baktığında az buçuk da olsa eve benziyordu yani. Dışarıdan bakanlar baraka da diyebilirdi. Bir odada beş kardeş birlikte yatıyorduk. İki yatak 1 döşek vardı. Ben en kçüğüm ya hani o yüzden hep ben yerde yatardım. Kısacası fakirdik. Elde yok avuçta yok. Top bile oynamazdım okulda ayakkabılarım zarar görmesin diye. Ben top oynamazdım ama soğuktan yağmurdan zarar gören ayakkbılarım her hafta babamın elinden  en az bir defa geçerdi.
Fakirdik evet ama babam eve her geldiğinde eli kolu dolu gelirdi. Benim çocuklarım hiçbir şeyden mahrum kalmasın derdi. O geldiğinde ben hemen kapıya koşardım hemen ellerine bakardım yüzünden önce. Çocuk aklı işte. Şimdi diyorum ki yüzüne daha çok baksaymışım keşke. Şimdi daha mı az özlerdim acaba? Bir gün tam babamın geldiği saatte kapı çaldı. Ben yine babamın yüzüne değil ellerine baktım. Ama bu eller babamın ellerine hiç de benzemiyordu. Kömür karası değildi ki o eller. Ayrıca boştu, bomboştu. Kapıdaki adam cümlesini bitirmeden annem olduğu yere yığıldı. Bense hemen madene doğru koştum. Büyük bir maden faciası gerçekleşmişti. Olay yerine gittiğimde ortalık mahşer yeri gibiydi. Kimi feryat ediyor, kimi acıdan kıvranıyor. Kimi kendini yerden yere atıyordu. Sonra bir ses duydum. "Ölülerinizi alabilirsiniz. Birazdan isimleri okunacaktır!" Kelimeleri kafamda birleştirmeye adamın ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum ki bir isim duydum. "Çetin ......" , "Çetin mi? amaaan bir tane mi Çetin var sanki. Hala ümit var be İhsan." Dedim kendi kendime. Sonra anons eden kişi tekrarladı. "Çetin Sönmez" Hemen koştum. Babamın cansız bedeni karşımdaydı. Gözyaşlarım dökülürken iç sesim konuşmaya başladı "Nasıl yani ya şaka mı bu eli kolu bacağı her şeyi orada işte. Ama niye öylece yatıyor. Kesin çok yoruldu. Neyse o dinlensin. Bundan sonra ben çalışırım. Baba kalksana niye yatıyorsun ne olur kalk. Tamam söz veriyorum evin erkeği benim bundan sonra artık ben çalışacağım. Kalk baba ne olur kalk."  Arkamı döndüğümde annemi gördüm. Sessizce gözyaşı döküyordu. Olduğum yere babamın yanına oturdum. Babam ile konuşmaya başladım. "Korkuyorum baba senin gittiğini nasıl kabul ederim? Bu yaşta babasız mı kalacağım ben? Hatırlıyor musun baba bana söz vermiştin. Takdir getirirsem bana bisiklet alacaktın. O zaman söylememiştim sana ama şimdi söylüyorum. Hani sen hep diyordun ya "Ulan kereta yine takdiri kaçırmışsın, yok sana bisiklet" diye. Biliyor musun baba sırf sen bisiklet alma diye bile bile düşük getirirdim notlarımı. Takdir alırdım da ben almasına bisiklet alamazdık ki biz baba. Paramız yoktu ki bizim. Daha evimizin akan çatısını bile yaptırmadık ki. Şimdi kalbim kanıyor. Çatı yaptırılır da yaptırılmasına kalbimin kırıkları nasıl iyileşir be baba? Artık geceler haram bana uyuyumayacağım biliyorum. Yatağa her yattığımda yüreğimin kırıkları batacak. Baba baba kurban olurum ne olur kalk! Baba ne olur hiç gündüzü olmayan bir geceye bırakma bizi. Baba baba kurban olduğum ne olur kalk!!!

        TARİH : 13 MAYIS 2014
        YER : MANİSA/ SOMA
        OLAY : MADEN KAZASI
        ÖLÜ SAYISI : 301
        KAYIP SAYISI : 450
Böyle bir duyguyu ben yaşamadım. Bu duyguyu verdim mi veremedim mi bilemiyorum. Bu yüzden Soma'daki maden işçilerinin ve ailelerinin affına sığınıyorum. 
Sadece bilin ki acınızı içimde yaşıyorum...

HİÇ KUSURA BAKMA ÖĞRETMENİM SUÇLU SENSİN...!!! (Sözüm Meclisten dışarıdır.)

Ey öğretmenler size sesleniyorum. Bu gidişe dur diyecek olan sizlersininiz. Evlatlarınız hala ayakkabı-araba-kot markalarından, TV dizilerinden, Kızlar erkeklerden-erkekler kızlardan adice bahsediyorsa suçlu sizlersiniz.  Öğretmenlik sadece alanınızla ilgli olan bilgileri öğretmek (!) değildir!
  Çocuklarınız özgüven sorunu yaşıyorsa, korkaksa sizler suçlusunuz! Onlara söz hakkı vermediğiniz için onları aşağıladığınız için en önemlisi onlara güvenmediğiniz için suçlu sizlersiniz!
  Öğretmenlik vicdan işidir arkadaş her yiğidin harcı değildir! Bencilsen, egon tavansa, gaddarsan bu mesleği yapmayacaksın!
Düşünün bakalım en son o evlatlara  ne zaman kendini kanıtlama fırsatı verdin! " Geç oğlum/kızım bugün öğretmen sensin hadi bakalım ben de öğrenciyim sınıf senin." Dediniz mi mesela o yüksek egonuz izin verdi mi ben öğrenciyim demeye? Ya da onlardan en son ne zaman bir tiyatro  canlandırmasını veya sinema filmi çekmesini istediniz? Hah şimdi diyeceksiniz ki " Hocam iyi diyorsun da bunları yapacak imkan nerede?" İstersen her şeyi yaparsın Sözde Öğretmen!!! İmkan yoksa olanlarla yetinirsin ama yine de yaparsın. Hem sen ne güne duruyorsun orada az biraz elini taşın altına koy bakalım. Sizin yüzünüzden bir çocuk yetişkin olduğunda bile kürsüye çıktığında konuşmaktan aciz kalıyor. Kem küm edip duruyor. Sizin yüzünüzden yanlış yapmaktan korkup hata yapmaktansa konuşmamayı tercih ediyorlar. 

Bu mesleği niye seçtiniz deseler ne dersiniz?

" Immm şeyyy hiç bir şey olmazsan öğretmen olursun dediler, biz de olduk."

" E puanı aldık sonra buna ne eder dedik ola ola öğretmenlik oldu."

"Tercih hatası vallaha. Son tercihimdi gelmez dedim, ama geldi."

"Bir bayana uygun olan tek meslekti."

"E rahat meslek sömestr, yaz tatili; kar tatili, resmi bayram tatili..."

"Ailemin baskısıyla."

"İşte iktisat okudum ama benim zamanımda bizi öğretmen yapacaklarını söylediler, e memuriyet kaçar mı?"

Belki aralarından bir idealist çıkarsa, "Çok istiyordum, paylaşmayı-öğretmeyi-insanları çok seviyordum" der.

Hadi bir kaza kurbanı olarak öğretmen oldunuz. Peki kaza kurbanı olarak mı insan oldunuz? 
Şimdi diyeceksiniz ki sen niye öğretmen oldun? Bu soruya şöyle cevap vermek istiyorum : Nazım Hikmet'in çok sevdiğim bir şiiri var  bilir misiniz? Zülfü Livaneli de çok güzel seslendirmişti.

Denizin üstünde ala bulut 
yüzünde gümüş gemi 
içinde sarı balık 
dibinde mavi yosun 
kıyıda bir çıplak adam durmuş düşünür.
Bulut mu olsam, gemi mi yoksa, balık mı olsam, yosun mu yoksa?.. 
Ne o, ne o, ne o. 
Deniz olunmalı, oğlum, 
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla. 

  Ben de düşündüm,
       Gazeteci mi olsam, Oyuncu mu olsam, diplomat mı olsam
       Ne o, ne o, ne o
       Öğretmen olunmalı oğlum, gazetecisiyle, oyuncusuyla, diplomatıyla

DENİZ olmayı tercih ettim. Şimdi bir düşünün bakalım siz niye hala öğretmensiniz?

ÇAĞIMIZIN GÖRMEZDEN GELİNEN HASTALIĞI

Marlyn Monroe! 1950 ve 1960’ların ünlü seks sembollerinden ve pop ikonlarından biri olarak bilinen Marlyn Monroe! Ölümünden sonra ne kadar çok şey yazılıp çizildi değil mi? Ama  neler yaşadığını kimse tam olarak biliyor mu? Tabi ki “hayır”  İnsanlar genellikle sadece yargılamayı biliyor ne yazık ki. Olayın içeriğini araştırmıyor.Halbuki yaşadığı sağlık sorunları onu işinden, eşinden hatta hayatından koparmıştı. Bir gece yarısı yüksek dozajda ilaç alımından ölü bulundu. İntihar olduğu iddia edildi. Sahip olduğu psikolojik rahatsızlık iddiaları güçlendirdi. Manik depresifti. İki uçlu duygu durum bozukluğu. Daha önce duydunuz mu, bilmiyorum. Belki de duydunuz ama hatırlamıyorsunuz Çünkü önemsemediniz. Niye önemsiyesiniz ki fiziksel bir acı değil ki, bu.  Kanser değil mesela, ur falan da değil kaba bir tabirle o bir “DELİ!” Ve onun hastalığında olan insanlarda intihar oranı gerçekten çok yüksek. Beyninde onu yiyip bitiren bir şey var ama o da ne olduğunu bilmiyor…

Robin Williams! Tarihin en iyi 100 stand-up  komedyeni arasında 13. olan başarısına aşık olduğum adam. Onun da psikolojik rahatsızlığı nedeniyle intihar ettiği iddia edildi. Yani bütün gazeteler böyle yazdı haberlere böyle yansıdı. Ama önemli mi? Bu zamana kadar çevresindeki insanlardan sadece bir kişi bu rahatsızlığı fark etti mi acaba? Ya da fark ettikten sonra kaç kişi gerçekten yanında kaldı?

Arda Kural! Türkiye’nin Leonardo DiCaprio’su.  Kendisine şizofren tanısı konulduğunu söylendi. O da televizyonda bazı açıklamalarda bulundu. Sonra mı ne oldu? Bulunduğu o parıltılı dünyadan bir anda karanlıklarda buldu kendini. Medyada  Arda Kural hayranlarını üzdü diye bir ya da iki kez
yayınlandı. Belki duyan kişiler de ah vah çekti. Ama yine aynı insanlar çevresinde varsa böyle biri köşe bucak kaçmayı da ihmal etmedi. Peki hiç sordunuz mu sen bu kadar ne yaşadın?  Böyle davranmana sebep olan nedir? DİYE!

  Aslında psikolojik rahatsızlıkların da neden tam olarak belli olmasa da birçok psikolog nörolojik olduğuna dair açıklamalarda bulunuyor. Ve stres, üzüntü, sıkıntı her tür rahatsızlıkta olduğu gibi bu tür hastalıkları da tetikliyor.Ama nedense kanserim demek daha kolayken  depresyondayım hatta daha ileri seviyede bir ruhsal hastalığın sahibiyim, kendi varoluşumu kanıtlayamıyorum. Beni içine çeken bir rahatsızlık var, elim kesilmedi dizim kanamıyor öksürmüyorum midem ağrımıyor ama ruhum acıyor arkadaşım ruhum diyemiyorsunuz. Herkes gizli saklı tedavi oluyor. Ünlüsü de ünsüzü de. Ve aslında  birçok ünlünün psikolojik rahatsızlığı var.

Mehmet Ali Erbil, Nurseli İdiz, Münir Özkul… Bunlardan bazıları.  Kimisine şöhret ağır geldi kimisine yaşadığı sıkıntılı durumlar. Kendi kendilerine bir şekilde bu rahatsızlıkları atlatmaya çalıştılar kumar, içki ya da seks bağımlılıklarıyla magazinlere konu oldular. Bağımlılıklarının altında yatan sebep farklıydı ama seslerini çıkarmadılar. Gizli gizli gittiler doktora, tedavi oldular. Yaftalanmak istemediler. Çünkü insanlara göre şu sıralar medyada tüm ünlülerin dikkat çektiği ciddi bir rahatsızlık olan ALS gibi değildi.   Halbuki bana göre eş değerde olan rahatsızlıklardı. Belki de daha ciddi. Çünkü psikolojisi belirli nedenlerden bozulmuş bir insan kendisine ya da çevresindekilere farkındalığı olmadan rahatsızlık verebilir. Ama bir düşünün en son ne zamanpsikolojik rahatsızlıklara dikkat çekildi hiçbir zaman. Hatta ortaya çıkmaması için çaba gösterildi. Halbuki bana göre en ciddi rahatsızlıklardan. Karısını öldürdü, çocuğuna tecavüz etti, kardeşinin karısıyla kaçtı, aldattı, kesti doğradı, taradı… Haberlerden kaç kere dinlediniz bunları?  Tüm bu insanların psikolojisi düzgün mü?
    
    Umarım görmezden gelinen, önemsiz bulunan ve aslında hiç de önemsiz olmayan bu rahatsızlıklara da bir gün dikkat çekilir ve halk tarafından öcü gibi görülmekten vazgeçilir.

TELVENİN İÇİNE HAPSEDİLMİŞ UMUTLAR

Her gün o fincanlar yeni bir umut için kapanıyor... Bazı günler birkaç kez... Olmayanları olduruverecekmiş gibi geliyor sanki o fallar... Umudun ışığı o fincanın altında. İşiniz fallara kaldıysa ohooo derdi belki de tüm anneler. Lakin onlar da fal baktırmayı ihmal etmezdi. Ne de olsa umut etmezse ölürdü insan… George Eliot diyor ki: “Kadınların umudu gün ışığında örülmüştür, bir gölge onları karartır.” Kimin kararttığı o kadar da önemli değildi aslında ama işte o kararan umutlar var ya onların hepsi fincanın içine telveyle hapsediliyor. Fincan açıldığında umutlara tekrar güneş doğuyor. Ah be dostum umut denen şey gitgide tükeniyor aslında birçoğumuz bu yüzden sarıyoruz nedensiz yere belki de bizi hiçbir yere taşımayacak şeylere. Bazen eğlencesine desek de hep bir beklenti içindeyiz aslında. Peki sadece kadınlar mı fal baktırıyor dersiniz? Erkekler fal baktırmaz, diyorlar değil mi? Külliyen yalan. Her insan umut eder. Umut etmenin cinsiyeti mi olur?
Nietzsche diyor ki : “Umut sadece eziyetin süresini artırır.” Haklı da üstadım bazen o büyük umutlar yerle bir etmiyor mu bizleri? Geçenlerde haberlerde dinledim. Kahve fallarına yasak geliyormuş, ama önemli mi elimizde burçlar var! Hımm “Senin burcun ne? Neee akrep mi ooo çoook şanslısın bu sene sizin yılınız olacakmış!!! Hadi yine yaşadın. Belki de en boktan yıl o yıl oluyor ama insan umut ediyor işte. Ne dersiniz sayın okuyucularım umut tükenince mi gerçeklik payı olmayan şeylere sarılıyoruz yoksa aslında o gerçeklik payı olmayan şeyler mi bizim umutlarımızı tüketiyor? O kadar fal dedim, sizi de heveslendirdim. “Yok ya ben inanmıyorum zaten amaaan fala inanma falsız da kalma demişler ya ondan.” Dediğinizi duyar gibiyim. Ama benim içimden geldi, vallahi fal bakmadan yollamam sizi. Herkes kahvesini içti mi? Hadi hadi çevirin fincanlarınızı ahali. Soğumuş bile. Durun hemen bakayım:
“Üç vakte kadar bilemedin beş sana kısmet geliyor. Hanene ay doğacak pek yakında ama birisi engelliyor mu ne bunu. Şöyle uzun boylu nemrut bir şey bu. Tüüü gözü çıksın emi. Aslında çok kısmetlisin de kıskananların çok anacım. Nazar da çok sen de. Şu hoşlandığın kişi var ya yemin billah seni seviyor da utangaçlığından açılamıyor sana, yoksa gözü hep sende. Başka biri mi var, diye soruyorsun? Aaa ne münasebet senden başkasını görmüyor gözü ne başka biri”
Sizce de klasik cümleler değil mi bunlar? Ha sen fal baktırmıyor musun, burçları okumuyor musun, derseniz…
“Ben de hala umut ediyorum…”

DİNİN EYALETİ YOKTUR

Ne zamandır düşünüyorum bu yazıyı yazsam mı yazmasam mı diye. Din hakkında fazla yorum yapmaya gelmez ama dayanamadım sonunda. Çünkü size öğretememişler bunu. Kaç kişi ne biliyor İslamiyet hakkında? Her gün birileri çıkıyor televizyona dinimizi anlatmaya çalışıyor. Gerçekten dine gönül vermişsen neden hala reklam yapıp nasıl daha çok para kazanılır ya da gündem yaratılır derdindesin bay yada bayan “X”. Dinde reform olmaz. Evire çevire değiştire anlatıyorsunuz bize.Hayır, o saçma sapan soruları soran insanları da anlamıyorum anlamayacağım da. Biraz okusanız her şeyi anlayacaksınız aslında. Çok çaba harcamanıza da gerek yok. İnterneti saçma sapan siteler için değil de bir şeyler öğrenmek için kullanabilirsiniz mesela. Öğrenmemekle kalmıyor, yalan yanlış dinliyor, anlatıyor,bağnazca inanıyorsunuz. Peki, hatırlayın bakalım. Kur’an-ı Kerim’de ilk emir nedir? İnsana gelen ilk ‘vahiy’, buyruk “İKRA”, OKU! “Rabb’in adıyla oku!”dur. Bu hitapta okuma,yazma ve ilme çağrı vardır. İlim tüm insanlara farzdır. İnsan deniliyor dikkat edin. Her yerde kadın ve erkek ayrımı yapıyorsunuz ya. Kızlarımızı okutmuyor, kadınlarımızı çalıştırmıyorsunuz ya. Kime göre neye göre okutmuyorsunuz ya da çalıştırmıyorsunuz onu da anlamış değilim, gerçi. Hz. Hatice anamızın da ticaretle uğraştığından haberiniz vardır, umarım. O günün şartlarında ticaret kervanlarına sahip olduğunu çalışkan ve güçlü bir kadın olduğunu da biliyorsunuz değil mi? Gerçekten okumuş olsaydınız bir şeyler ne bu kadar ayrım yapardınız ne de bu kadar laf kalabalığı içinde kaybolurdunuz. Kendi kendinize itici kılıyorsunuz dinimizi. Ve size bir sır vereyim mi? İslamiyet’i böldünüz çok şükür (!) Geçenlerde bir makalede okudum. Yabancı öğrencilerden birisi dinimizden bahsederken Türklerin dini çok farklı demiş. E der tabi,haklı. Adam Arabistan’a bakıyor, Bosna Hersek’e bakıyor, Senegal’e bakıyor daha birçok İslam ülkesine bakıyor. Sonra da aradaki 8 farkı bulunuz, oluyor tabi. Dinin eyaletleri yok, arkadaş. Tek bir din var bu da tam anlamıyla İslamiyet! Hem de sizin bildiğiniz gibi değil. Her gün yeni saptırılmış kurgulanmış fikirlerle çıkıyorsunuz karşımıza. O caiz değil bu caiz değil peki, dini kullanmak uygun mudur? Bir soru kaçınız Kur’an-ı Kerim’in Türkçesini okudu? Ve bir soru daha kaçınız Mevlana’yı, Hacı Bayram Veli’yi yada Hacı Bektaş Veli’yi okudu? Ben okumayı çoktan geçtim, anlamaya çalışıyorum. Ne olur yalvarıyorum dinimizi daha fazla kirletmeyin. Daha fazla magazinleştirmeyin! Ve Daha fazla başkalarına güvenmeyin. Her işinizi başkası yapınca nasıl da hoşunuza gidiyor değil mi? Ama bir gün yarı yolda kaldığınızda yanlış yollara saptığınızda onların umurunda olmayacaksınız. Benim de umurumda olmayacaksınız. Siz en iyisi işinizi şansa bırakmayın da okumayı deneyin. Öğrenmeyi deneyin. Biraz çaba göstermeyi deneyin, arkadaşlarım. Bir kusurumuz olduysa af ola, selametle…